Elizabeth 'Lee' Miller, kariyerine New York'ta başarılı bir model olarak başlamış, ancak zamanla fotoğrafçılığa olan tutkusunu keşfetmiştir. 1930'ların sonlarında, sanat çevrelerinin merkezi olan Fransa'ya taşınarak burada sanatçı Roland Penrose ile tanışır ve Londra'ya yerleşirler.
II. Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle birlikte, Lee'nin hayatı dramatik bir şekilde değişir.
Londra'da Vogue dergisinde fotoğrafçı olarak çalışmaya başlayan Lee, savaşın dehşetini ve insanlık dramını belgelemek için cepheye gitmeye karar verir. Kadınların savaş alanlarına erişiminin kısıtlı olduğu bir dönemde, azmi ve cesaretiyle bu engelleri aşarak savaş muhabiri olarak görevlendirilir.
Fotoğrafçı David E. Scherman ile birlikte, Normandiya Çıkarması'ndan Paris'in kurtuluşuna, Buchenwald ve Dachau toplama kamplarının dehşetine kadar birçok önemli olayı görüntüler.
Özellikle, Adolf Hitler'in Münih'teki dairesinde küvette çekilen ikonik fotoğrafı, savaşın simgelerinden biri haline gelir.
Savaşın sona ermesinin ardından, Lee'nin yaşadığı travmalar ve savaşın bıraktığı derin izler, onun iç dünyasında karmaşık duygulara yol açar.
Oğlu Antony Penrose ile olan ilişkisi, geçmişin gölgeleri ve savaşın etkileriyle şekillenir. Lee Miller'ın hayatı, sadece bir modelden öte, savaşın gerçeklerini cesurca belgeleyen bir fotoğrafçı ve gazetecinin hikâyesidir.